27 Kasım 2012 Salı

Gamsız Hayat

Hüzün tamam, vakit yazmak vakti! Sanırım melekler toprağıma melankoliyi fazla katmış. Mayamı da erken olgunlaşsın diyerek bol çalmışlar... 

Kanımca yazabilmek adına biraz dolmam ya da fazlasıyla yitirmem gerekiyor bir şeyleri.. Son yazımdan bu yana bu iki duyguyu da hat safhada yaşadım. Canımın bu kadar yandığını, aşağılanmanın bu kadar dibine vurduğumu hatırlamıyorum. Mümkünse hatırlamak da istemiyorum. Sebebi mi: Ne sen sor blog, ne ben söyleyeyim. En güzeli sayfayı çevirmek...

Sille geçiyor da dille söylenen 5 parmak iz bırakıyor yürekte. Unutmak istiyorsun, yüreğinde ve zihninde yer vermiyorsun; ama son dakika yolcusu gibi her an kalbinin ağzında ayakta dikiliyor sözler... En yoranı da bu. Ademoğlu kelam ediyor da ardına bakmıyor. Var sen yor kendini diyor arsızca.. Can dediğin canını almaya kalkıyor da puta dönüyorsun. Hani söz edemeyeceğin zamanlar olur ya; tam da sözcüklerin en etkili olacağı noktada; ama lal olmalıdır dil, sükuta boyun eğmelidir kalleşçe.. Sinir harbi geçirirsin de aptal bir gülümseme ya da künt bir ifadeyle karşılık vermek zorunda kalırsın...O noktada kalmak, yapılana boyun eğmek ve lanet olası bir muhtaçlığa diz çökmek çok yaralıyor be blog...

Mamafih, zor günlerde yanında bir yoldaş olması en büyük destek insana. Koşulsuz, sen olduğun için yanında olan; sırtını yasladığında insafsız oklar değil de sıcacık bir sevgiyle kucaklayan bir canan avutuyor yüreği bir nebze...

Ruhum ne denli yorgun, darma duman ve yitikse sözcüklerim de aynı boşvermişlikle dökülüyor satırlara... 

Mavi düşler özlemiyle...

''Çok mu dertsiz duruyorum,
Uzaktan bakınca...
Çok mu kalender sandınız?
Dert anlatmayınca...''









7 Kasım 2012 Çarşamba

Ruhumdaki Kaldirim Taslari...

   Gunlerdir oylesine bogucu bir monotonluk var ki hayatimda.. Degisen, gelisen, guzellesen hatta cirkinlesen bir sey dahi yok.

   Hic yurumedigim kadar yuruyorum bu sira. Her yere yuruyerek gidiyorum. Yagmur yagiyor, ben yuruyorum. Simsek cakiyor, ben yuruyorum. Halk otobusu camur sicratiyor, ben yine yuruyorum. Oyle aheste aheste degil; her bir kaldirim tasini eze eze yuruyorum. Hayatin haksizliginin hincini alircasina yuruyorum. Kaldirim taslarinin cigligini duyuyorum yururken: " Az yavas be kardesim, nedir zorun?"dercesine...

   Sehrime benzeyen bir ruh haliyle arsinliyorum yollari. Son derece kasvetli, donuk ve hissiz. Ellerinde buyudum diyebilecegim bir komsumuzu kaybettik gecen gun. Haberi alinca cenaze evine gittim, oylesine hissiz bir ziyaretti.. Matem, huzun, aci gibi duygulari kapi disinda birakarak girdim eve. Dua okunuyordu girdigimde. Duaya istirak ettim, taziyemi verdim; ama bunlar bana rahatsizlik verecek duzeyde siradandi. En ufak bir yas yoktu icimde. Aglayanlara baktim bir sure. Esine, cocuklarina, gelin ve damadina...

  Sanki son yolculuguna degil de tatile yolluyormusum gibi hissettim canim halami.. (Hala derdim ona, oyle dememi istedigi icin...) Canimdi gercekten, yegenlerinden ayirt etmezdi beni hicbir zaman... Bense kuntlugu zirveye ulasmis bir yakindim sadece... Cennetin en guzel kosesinde uyu hala..

   Insan unutmaya baslayinca ne kadar cok sey akip gitmeye basliyormus hayatindan, bunu farkettim. Once kotu anilari, sonra kurunun yaninda yas misali guzel olanlari, sonra kotu insanlari, sonra biraz degerli olanlari... Derken onemli dostluklari da zorlamaya basliyormus unutmak... Direnmeye direncin kalmadiginda da derin dehlizlere yolluyormus sevdiklerini...

   Ne diyecegimi bilmiyorum, belki de sozu Sertap'a birakmak en guzeli...

"Her gün bir şey daha biter,
Giderek acı vermez biten şeyler.
Kayıtsız bir razı oluş başlar,
Sıradan izler bırakır en tutkulu aşklar..."