20 Kasım 2014 Perşembe

Katırlaşmış düşünceler...

     Bilmem, acaba ben mi çok derine dalıyorum kavramları irdelerken? Yoksa fazla yüzeysel bir hayatta, fütursuzca var olmak mı aslolan?

     Yıllardır, etrafımdaki insanların ilişkilerine bakarım. Arkadaş, sevgili, dost... Yaklaşımları, beklentileri, yükledikleri anlamları... Muhteşem bir ebru çıkıyor ortaya. İnsanın ''dostum'' dediği onlarca olmaz! Bir elin parmağı kadardır ve insanın kendini dibine kadar açtığı, karşılıksız sevgi ile kurulan bir ilişkidir. Çınar misali iki yürekte kök salar, kardeşten öteye bile geçer. Hayatınızda kan bağı gibi bir engel yoksa ya da kan bağının önemine inanmıyorsanız diye yumuşatalım cümleyi, dostunuz kardeşinizden bile daha yakındır size.

     Arkadaşlık daha yüzeyseldir. Yeri gelir 3-5 saatlik bir otobüs yolculuğunda da olur, aynı iş yerinde yıllarca yüz yüze bakıp da bir arpa boyu yol alınamamış da... Ama hem dost hem de arkadaş kavramının ortak özelliği '' Her ikisiyle de YATILMAZ!'' 

     Şehirlerin nüfus oranı ve yalnızlık oranı doğru orantılı olduğu bir dönemde insanlar bu kavramları kaygan zeminde, biraz da işlerine geldiği için istediği yöne çekerek kullanır oldu. '' İyi anlaşıyoruz, ortak bir çok yönümüz de var, sevişiyoruz da!'' Bunu, sadece eşcinsel ilişki olarak görmeyin; hetero ilişkilerde de aynı çiğlik mevcut! İngilizcemiz gelişti bu sayede. Sorsan adını söyleyemez; ama '' One night standler, fuckbuddyler, friends with benefitler'' herkesin diline pelesenk!!!

     Avrupa'dan neyi örnek aldığımız ve vardığımız nokta ortada! Tüm kavramları hızla tüketirken aynı zamanda kendimizden de yediğimizin farkında değiliz. Sonra ne oluyor: Sonu çıkmaza varan, bir yerlerde tıkanan, katır misali türeyen ama üreyemeyen kavramlar yumağı...  

     ''İhtiyaçlarım var'' gibi ilkel cümlelerle gelen insanlar hakkında cümle dahi kurmuyorum. Bugün, dünya üzerinde ''sevişmediği için ölen'' bir insan göstersinler bana; tüm doğrularımı yıkıp o insanların benimsediği ilkelerle yaşayacak kadar da büyük konuşuyorum!

     Hayıflanmadan önce, kendimizi sorgulayalım. Hayatımızdaki insanlar hayatımızın neresinde? Kimi, hangi sıfatla hayatımıza alıyoruz? Beynimizde bir şeyler netleştikçe, ruhumuzda da güzel melodiler çalmaya başlayacaktır.





 



 

8 Kasım 2014 Cumartesi

Masumiyet ''yok'' olurken...

     Yalnızlık mı duygusallaştırıyor yoksa duygular mı yalnızlaştırıyor, bilmiyorum; ama halet-i ruhiyem pek iç açıcı değil...

     Kelimeler fazla önemli benim için. Belki de bu yüzden ''daha az kelime, daha az insan, daha az ses; daha çok huzur'' arayışındayım.

     Günlerdir hatta yıllardır düşündüğüm, yandığım, yanacağım olaylar... 1990'lar... Bosna'da katliam.. İnsanları değil; insanlığı öldürüyorlar... En çok da masumiyeti.. Çocukları... Savaşta düşmandan kaçan bir ana-oğul.. Soluklanmak için durduklarında çocuk fısıldıyor titreyen yüreğiyle: '' Anne, bu askerler... Küçük çocukları küçük kurşunlarla öldürürler, değil mi?... Okurken süzülen yaşlar yüreğimde birikiyor, geleceğe hazırlık yaptıklarını bilmeden..  Biraz daha ilerliyor zaman.. 2000'lere dayanıyor. Irak'ta bir yetimhane.. Savaşta annesini kaybeden bir kız yetimhanenin avlusuna anne resmi çiziyor ve tam kalbinin üstüne kıvrılıp yatmak için terliklerini kenarda çıkarıp bırakıyor. Anne yüreğinin temizliğini unutmuyor. Yüreğimde birikenleri ziyan etmemek için biraz daha depoluyorum gözyaşı... Yıllar 2014 Ekim ayını gösteriyor. Ermenek yanıyor bu sefer.. Ömer konuşuyor madendeki babasının özlemiyle: ''Babama Galatasaray'ın maçı var desek gelir.'' Maülke yanıyoruz bu cümleyle... En gümrah beddualar dökülüyor dilimizden banka hesaplarını kabartmaya çalışan mahlukların o babayı madene gark etmesine..

     Böylesi yangınla kavrulurken, okul bahçesinde yanıma sokulan öğrencim de istemeden odun atıyor ruhuma... Burnunda sümüğü, yokluğun vücut bulduğu bir öğrencim... Derslerle ilgilenemeyecek kadar hayatla hercümerç olmuş; çocuk yaşında çalışmayı ve aile geçindirmeyi kendisine yükleyen hayatın altında omuzları biraz daha çökük... Şiddetli bir boğaz enfeksiyonu var; ama ekmeğe mi yoksa kabana mı para vermesi gerektiğini çoktan seçmeli kendine sunan hayatta cevabını zorunlulukla işaretlemiş: Anasına ve kardeşlerine ekmek götürmek için nefti soğukta berber dükkanında çıraklık... Selam veriyor vücudunu titreten bir öksürükle ;

     - Günaydın öğretmenim.
     - Günaydın oğlum, hastasın. Neden kabanını giymedin?
     - Kardeşim giydi öğretmenim.
     - (yutkunuyorum) Peki doktora götürdü mü annen? İlaç aldın mı?
     - Evet öğretmenim aldık (Bu sırada, okul kapısından içeri giriyoruz)
     - Tamam, içtin mi peki?
     - ''Tok karnına içeceksin'' dedi eczacı, öğretmenim...

     Bakakalıyorum birden, usulca ''tamam oğlum'' diyorum ve hızla uzaklaşıyorum yanından ona poğaça almak için; dilimde okkalı bir küfür, gözümde yağmur bulutu...



1 Kasım 2014 Cumartesi

Yeni bir başlangıç ve eskimeyen huzursuzluk

     Yıllarca özlemini kurduğum, savaşını verdiğim ''kendi ayakları üstünde durmak'' eylemini hayata geçirdim. Bunun mutluluğunu ve Yaratıcı'ya olan şükranımı dile getiriyorum.

     İnsan kendi ayakları üzerinde ne kadar dik duruyorsa, gerçekler de aynı netlik ve sertlikle gelmeye başlıyor. Beklentiler, temenniler, imalar.... Bu sefer vicdanınız ele alıyor sizi ''Buna da yardım et, buna da koş, şunu sakın unutma!'' vs vs... Siz yetmeye çalıştıkça biraz daha eksiliyorsunuz ve bu adaletsiz kısır döngü en sonunda girdap olup sizi biraz daha içine çekiyor.

     Havada yine bir kömür kokusu... Bu sefer biraz daha sulu, tahta parçacıklı... Göz yaşları biraz daha kara... Karaman'dan Ermenek'ten geliyor bu sefer duman... Hem göçen ocaklarda artık umudun kesildiği 18 candan, hem de o canları viran umutlarla bekleyen yakınların yüreğindeki yangından... Genzine oturuyor insanın bir şeyler. ''İNSAN''ın diyorum, ha keza, Ermenek'i onlara mezar yapan insan görünümlü mahlukları tenzih etmek gerekiyor. Vicdan ve para arasında ''o piti piti yapıp'' kağıt parçalarını ilahlaştıran yaratıklarla aynı türde olmanın öfke ve utancını yaşıyorum, naçizane. Birileri ayakkabı kutularını doldurabilsin diye bir başkası yer altını doldurmak zorunda kalıyor bu coğrafyada!!

    Ayakkabısı delik, yüreği yarım çocuklarla avunmaya çalışıyorum artık yeni şehrimde. Bedenimi hastalıktan mahrum bırakmayan soğuğa karşı yüreğim biraz daha harlı... Babam yaşında insanların, evlatlarının istikbali için kilo işi verdikleri emek mücadeleleri ve emeklerinin adaletsiz karşılığını yanlarında getirip kulağıma eğilerek, sanki yaptıkları iş utanılacak bir işmiş gibi, biraz daha mahcup bir edayla yardım çağrısında bulunmaları yüreğimdeki ateşe biraz daha odun atıyor. Soğuktan donmuş minicik elleriyle tek beklentileri sevgi ve ilgi olan sabilerin arasında kaybolmaya, hatta yok olmaya çalışıyorum.

    Küçücük evimde günün özetini kafamda yaparken peş peşe sigara yakıyorum. Her analiz bir küfrü doğuruyor. Her küfür bir yıkımı ve her yıkım bir diğer sigarayı... Ruhumun derinlerinde kalan acıya basıyorum izmariti şimdi.

    Badem bıyıklarından aldığı güce dayanarak koltuğu kapmış makam mevki sahipleri her fırsatta bana ''ayağın her an kayabilir'' imasıyla aba altından sopa gösterirken ''Huzur, lütfen sus! Zamanını bekle!!'' diyerek avunmaya çalışıyorum. Sonra, hayatını kazanmak için inşaatlarda okul sonrası amelelik yapan insanlarla karşılaşıyorum. Genç yaşta, sevgili elinin sıcaklığını hak eden delikanlının kazma sapına, çimento torbasına berdel edilmiş nasırlı elleri... Kesinlikle yaptığı işi hakir görmek değil amacım. Sadece yapılan haksızlığa, yüreğimden geldiğince, sessiz bir isyan... Biraz daha yetemiyorum ve biraz daha yitiyorum..


    Bunlarla yoğrulurken hayatıma birileri girmek istiyor. ''Hoş geldin'' diyorum; ama gelenler sadece kalanı götürmenin derdinde.. Sonra ben pikemi alıp biraz daha kıvrılıyorum peteğin yanına. Üşüyen ruhuma iyi gelir umuduyla...