31 Ekim 2013 Perşembe

Kısa soluklu bir ara...

    Hayat insana yol tarif ederken biraz daha keskin davranıyor. Kimisi ilk seferde çakıyor olayı, benim gibi jetonu geç düşenlerin burunlarının biraz sürtmesi gerekiyor mesajı almaları için.

    Eşcinsel olarak 10-0, kişisel olarak 5-0 yenik hayata başlayan biri olarak bir şeylerin ucundan tutmak için bu sefer mesajı daha fazla bekletmemeye karar verdim. Birkaç yıldır yaşadığım sıkıntı ve olumsuzluklar sonunda ''Hayata daha fazla inat etme Huzur'' dedirtti bana ve ani bir kararla askerlik şubesine gidip karar aldırdım. Nasipse önümüzdeki hafta da birliğe teslim olacağım. Anlayacağınız Huzur, asker yolcusu...

    Olmayan huzurum elbette kaçtı ister istemez. Bu Ülke'de LBGT bir birey olarak bu zorunluluğu yerine getirmenin sıkıntısı ve üzerine mantıksızlığıyla bilinen bir kuruma müdahil olmak istemedim hiçbir zaman, ama dedim ya hayata daha fazla inat edemiyor insan; en azından ben bu kadar dayanabildim.

    Okuduklarımdan, araştırıp bulduklarımdan pek de kötü bir yere gitmeyeceğimi öğrendim. En azından, buna seviniyorum. Gidip görmeden hüküm veremem elbette. Hakkımda hayırlısı deyip geçiyorum.

    Yazacak çok fazla şey bulamıyorum. Sanırım önümüzdeki 6 ay da pek fırsatım olmayacak. Girebilme şansım olursa bir şeyler yazmaya çalışırım; ancak şunu belirtmem gerekir ben o dönemi hayatımda yok saymaya karar verdim ve o zamana ait ne bir fotoğraf çektirmek ( ha keza günlük hayatta da sevmem fotoğraf çektirmeyi) ne de bir anıyı hatırlamak isterim. Bir dayatmayı ve bu Ülke erkeklerinin sırtına yüklenmiş saçma sapan bir kamburu atıp gelmek tek niyetim.

    Günlük hayatta görüştüğüm, görüşmediğim; tanıdığım, tanımadığım; blogumu ziyaret edip bu yazıyı okuyan tüm insanlardan dua ve güzel temenni bekliyorum.

    Kimseye veda etmiyorum, sadece kısa soluklu bir ara...

 

22 Ekim 2013 Salı

İsimsiz Hissiyatlar

    Ne oluyor yahu bana? Bu ara ellerim de kalbim de sürekli yazıyor. Düşüncelerim apse yaptı sanırım, bir şeylerin sıkıştırıp dışarı çıkartması lazım bu irini galiba, haliyle yazmaya daha çok ihtiyaç duyar oldum.

    Kaytan ile konuştuk dün. Seviyorum özlem yüklü, uzun soluklu konuşmaları, kelimeleri yarım bırakmamak adına son anda hazırlanan bavul misali ne hissediyorsanız söylemek geliyor ya içinizden, ''şu da vardı, aaa bak bunu unuttum'' şeklinde... Bir bakıyorsunuz sohbet rengarenk bir tatil yolcusu olmuş bile...

    Sanırım aynı frekansı yakalamak böyle bir şey. Bunu yapabildiğim çok fazla insan yok maalesef. Sorunumuz ''aynı dili konuşup aynı anlamlar çıkaramamak''tan kaynaklı, naçizane. Bunu LGBT olarak yorumlayın, aile ilişkileri, arkadaş ilişkileri, sevgili, eş, dost.. Varın adını siz koyun; ama sebep aynı bana kalırsa...

    Güven duymuyoruz, önce kendimize sonra çevremize... Bu duyguya beden biçmek mantıksız geliyor bana, aileye hissedilenle sevgiliye hissedilen temelde aynı şey aslında: eksiklik, yarım bırakılmışlık... Olayı LGBT çerçevesine indirgemek gerekiyorsa kendimizden başlamalıyız diye düşünüyorum. Şunu sorarım kendime eğer bir insan benden bir şey saklıyorsa ya da eksiklik duyduğunu hissediyorsa ''bendeki yanlış nerede?'' Suçlamaya birinci tekil şahısla başladığı zaman insan, diğer zamirler daha derinden nefes alıp şöyle bir içlerine dönme ihtiyacı hissediyor aslında. ''Ben'' diye başladığınız zaman sorgulamaya, karşınızdakine daha ayakları yere basan bir yükleme yapıp kendine bakmasına, öz eleştiri yapmasına elçilik etmiş oluyorsunuz bana kalırsa.

    Daldan dala atlıyorum bugün. Bayramda tanıştığım birinden bahsetmek istiyorum, civar illerin birinde çalışan ve kendi şehrinde HDK (Halkların Demokratik Kongresi) kurulumunun bir delegesi... Anlatmaya başladı içeriğini, misyonunu, vizyonunu... Sessizce ve önemsediğimi belirterek dinledim. Şu cümleye takılı kaldım:
'' Geniş bir yelpazemiz var bizim Huzur. Anti-kapitalist Müslümanlardan tutun LGBT bireylerine kadar. Hatta öyle ki LGBT bireyleri siyasi anlamda çok daha dolu ve bilgililer, gözlemleri ve bakış açıları takdire şayan...''

    Tebessüm ettim '' bu Ülke'nin acı gerçeği bu, insanlar LGBT bireyleri sadece bacak arası olarak gördükleri için omzun yukarısına bakma ihtiyacı hissetmiyorlar. Bugün KAOS GL gibi bir dergiyi kaç insan biliyor, düşündünüz mü?''

    '' Haklısın, ben de o bireyleri tanıdıktan sonra keşfettim KAOS GL'yi.'' dedi. Şunu itiraf etmesi çok güzeldi:  '' Alışkanlıklarımız var, bunu bir yere kadar engelleyebiliyoruz; bakarken garipsemiyorum diyemem ama kabullenmek için savaş veriyorum içimde.'' bu bile bir adımdır ve 'güzel' bir adımdır. Öğretilerimizi sarsan gerçekleri reddetmek yerine kabullenmek için kendimizle savaşmak... İnsanoğlu tembeldir çünkü, kendine ters olan bir şey için mücadele etmek yerine reddetmeyi tercih eder; yorulmak pek hoşuna gitmez. Yeri geldiğinde ben de yapıyorum, inkar edemem.

    Tabi siyasi konulardan bahsederken gözlerinin içinin parladığını gördüm sohbet ettiğim kişinin. Güzel cümleler kurdu benim de HDK' ye ucundan köşesinden müdahil olmam için; ama ben ''yer mi Anadolu erkeği?'' modundaydım.

    Yalnız, kendisi LGBT'yi anlatırken içimden şunu geçirmedim değil '' Neden olmasın Huzur oradaki insanlardan biri...?'' Sonra utandım böylesi bencil düşündüğüm için. Bu tarz bir oluşumu kendime alet etmek bana yakışmaz, yakışmamalı... Ancak, güzel paylaşımlar ve arkadaşlıklar neden olmasın? diyorum. Sonra şu soru mıhlanıyor beynime: Küçük bir şehirde kendini açık etmenin bedeli... İster istemez frene basıyorum.

   Bilemiyorum blog, kafamda soru işaretleri her an birinin kuyruğuna takılıp bilinmezlikle dans ediyorum ve bu sıra müdavi olduğum şu ezgi ritimlerimize nefes oluyor ;




14 Ekim 2013 Pazartesi

Senin bir fikrin var mı Şirin Baba?

 
    Yarım bıraktığım yazıma göz attım şöyle, ''hadi bismillah'' dedim ve başlamak istedim bir yerlerden. Güç sahibinin gücünden ilham alarak. İşte o yazı;


     Kabul ediyorum, hayatın boş tarafında çakılı kaldım. İyi yönlerini görmüyorum, göremiyorum ya da görmek istemiyorum orası muamma ve sanırım, yaşadığım sürece de aynı muğlak tonda devam edecek.

     Şirinler, küçükken en sevdiğim iki çizgi filmden biriydi. Diğerini merak edenler için: Scooby-Doo... Somurtkan şirine hep üzülürdüm o yaşta bile, herkes gülüp eğlenirken o bir köşede neden yalnız diye. Aradan bir kaç yıl geçti, Milliyet gazetesi Şirinler'in serisini veriyordu. Her gün okuldan eve gelince babamın iş çıkışını zor beklerdim. Kapıdan girer girmez elinden gazeteyi kaptığım gibi içinden alıp hemen okurdum o günkü sayıyı. Defalarca okumuşumdur o serinin elimde kalanlarını daha sonra. Bir tanesi de ''Somurtkan Şirin nasıl somurtkan oldu?'' idi.



      Bu ara sürekli o sayısı aklımda şirinlerin. Kimse durup dururken kötü olmuyor maalesef. Orada da anlatılan buydu, belki de çocukların kalbinde hayli nam salmış bir şirinin hayatını kurtarmak, daha masum göstermekti Somurtkan'ı. Ben hep ''Gözlüklü şirin'' olurdum. ''Biğ fikğim vağ Şiğin Babaa'' dediği zaman kafa üstü fırlatıldığı sahnelerde içim acırdı. Sonradan anlayacakmışım ''bir umut yeşerttim içimde'' dediğim zaman hayatın beni nasıl tepetaklak edeceğini. Hazırlık yapıyormuşum daha çocukken meğer..

    Yarın bayram, Kurban bayramı... ''ah nerede o eski bayramlar.. '' demeyeceğim. Ruhum eprimiş olsa da bedenim o yıllara denk gelmedi maalesef. Teknolojinin yalnızlaştırdığı bir toplumun ilk evrelerinde dünyaya gelen neslin damlalarından biriyim çünkü.

    Şöyle bir turlamak istedi canım blog dünyasında. Birkaç sayfaya girdim, beğendiğim yazılara yorum yaptım yırtık dondan çıkar misali... Ortak yalnızlıklarımızı gördüm, daha da acısı ortak beklentilerimizi...

    ''Neden peki?'' dememek işten değil.Onca ortaklığa rağmen neden bu yalnızlık? '' Bir kadının en büyük düşmanı yine bir kadındır.'' sözünün uyarlamasını tercihdaşlarıma yapmamak için dirensem de gücümün tükendiğinin farkındayım. Beklentilerimiz mi yüksek yoksa hayat mı bizi buna zorluyor anlamıyorum. Kimin paylaşımlarını okusam, avucumdaki hayal kırıklıkları biraz daha canımı yakıyor.

    Dilerim bayram sevinci yüreğimizdeki yalnızlıkları da eritir. Herkese mutlu ve umutlu bayramlar...


 

 

 

 

13 Ekim 2013 Pazar

Kivranan mutluluk...

     Istanbul'da yaninda kaldigim arkadasim geldi dun, bayram ziyareti... Sahili ozlemis, usul usul uzandik yosun kokusunun kenarina... Boz bulanik bir deniz, viran ama vakur bir liman kapisi, yolculara yaslilarin yorgun tebessumuyle selam eden bir kac gemi, tadinda yavan hisler birakan iki bardak cay...

    Benden, senden basladik konusmaya... Kah derine daldik huzunlendik, kah kasvete mahal birakmamak icin espri serpistirdik biraz sohbete... " Yanima gel, ben sana bakarim Huzur" dedi bir ara... "Yapamam Entelim dedim, gelirsem canim daha cok yanar... Kabullendim ben yalnizligi, umut vaat edemem kendime gelerek. Su kucuk sehre buyuk sevgiler sigdirdim, onlarla mutluyum, huzurluyum"dedim. "Gelmek yorulmak benim icin. Her beklenti daha derin izler demek. Her adim bir pismanligin ya da acinin habercisi ve ben cok yorgunum..."

    Yaninda nefes aldigim insanlardan biri benim Entelim... Zeytin gozleri ve sesi huzur veren tinilarla bezelidir. " Sen hic susma olur mu?" derim. " Benden hos sesler cikmiyor, sen konus.. Oylesine rahatlatir insani.."

    Ayriliga yakin sazi ben aldim ele. Onca soru, haliyle bir o kadar da acilim gerekiyordu. " Kabullendim" dedim. " Yalnizligi kabullendim, ara ara savrulsa da icimdeki duygular, atlatmasi daha kolay oluyor artik. Ozel hissettigin birinin sicakligi yoksa ve olmuyorsa, etrafindaki mutluluklara sarilmak gerekiyormus, anladim. Buyuk bir sehir yeni umutlar demek benim icin ve ben bunlari kaldiracak guce sahip degilim." dedim. " Ben varim" dedi. Biliyorum, her kosulda yanimda olacagini; ama yeri gelecek bunun da yetmeyecegini de biliyorum. " O yuzden ben boyle iyiyim Entel'im, hic suyumu bulandirma benim" dedim.

    Yazin ortasinda lapa lapa kara direnmek zor oluyor, farkindayim; ama ne kadar erken kabullenirsen o kadar cabuk dengeyi sagliyorsun. Bedenine bir t-shirt gecirirken ruhunu atki berelerle ortmek ne kadar dengesiz ve zorsa, bedenini de hayatin tesetturune soktugun anda yasadigin dengeleme de o denli rahatlatip yavaslatiyor insani...

    Mantik en buyuk yardimcin oldugu gibi en buyuk dusmanin da olabiliyor zaman zaman... Icinde birileri oluyor sen kafani cevirmek zorunda kaliyorsun. Ruhunda cirpinan duygular oluyor habersiz, dik dik bakip gozlerini cikartiyorsun, sonra bir bakmissin sindirmissin her seyi.. Yavas yavas dikenlerin sarmaya basladigini hissediyorsun etrafini bir sure sonra... Sadece kendin ve yakinlarin gececek kadar temizliyorsun o dikenleri. Arada bir kac uzun diken denk geliyor "ciz" ediyor bir yerler "cibandan iyidir" deyip geciyorsun. Ince ince kaniyorsun, ne farkindalik yaratacak kadar derin ne de lekesiz kalacak kadar yuzeysel... Oldurmuyor da gulmuyor da anlayacagin...

    " Ne yani, bu yasta inziva, oyle mi? Ama neden?" dedi zeytin gozlum...
    Once tebessum ettim biraz buruk, sonra: " 'Oldugu kadar, olmadigi kader' der Mevlana. Ben kabullendim, hayat da kabullenecek" dedim ve yine'geldigimiz gibi, usul usul uzaklastik, yosun kokusunu ve bardaktaki izleri arkamizda birakarak...


8 Ekim 2013 Salı

Geç kalma, olur mu?

    Yarım bıraktım geçen yazımı... Bu ara bir çok şeye yaptığım gibi.. Bilmem, belki tamamlarım bir gün. Yıllardır özellikle okumaktan uzak durmaya çalıştığım bir konu var: Aşk... Tarifini, tasvirini, hissiyatını hep ''nevi şahsına münhasır'' olarak görmüş içimde yüklediğim anlamlara göre hareket etmişimdir. Bugün eteğimdeki taşları dökme vaktimin geldiğini hissettim.

    Aşktan ziyade aşıktan dem vurmak istiyorum. Aşk,malum, duygu seramonisi... Aşık, bu seramoninin baş yapıtı olmalıdır benim için. Baktığımda yüreğimde huzur uyandıran, ardından tebessüm edebileceğim, yeri geldiğinde hiç konuşmadan sadece bakışarak kendimi anlatabileceğim bir canan... O sessizlikte bana kollarını açan bir liman... Filika misali yalpalaya yalpalaya ona ulaşmalı, derinden bir oh çekerek kendimi ona bırakmalıyım. Şapşallıklarıma tebessüm etmeli benim sevgilim. Kulağıma eğilip '' iyi ki benimsin'' diye fısıldamalı...

    Yağmurlu bir günde tanışmalıyız seninle sevgilim. Birden bastıran sağanak gibi yağmalısın yüreğime. Yağmurda koşarken ilk gördüğüm dükkana sığınmalıyım. Bir kitapçı olmalı bu dükkan. Sırılsıklam vaziyette edebiyatın verdiği sıcaklıkla kitaplara bakarken gözlerimiz buluşmalı.. Masum bir bakışla yardım istemeliyim senden. Kaçamak bakışlarla gezinmeliyiz rafların arasında, çaktırmamaya çalışarak aynı safta yer almak için uğraşmalı aynı kitabı tutma isteğiyle yanmalıyız.

    Sen eline bir kitap almalısın ve ben kendimi tutamayarak ''aaa ben bu kitabı okumuştum, çok güzeldir'' diye dalmalıyım orta yerinden... Yıllar sonra bile o günü anlatırken gülümsemeliyiz. ''Haline içten içe gülmüştüm şapsal sevgilim'' diye.. ''Her konuda olduğu gibi, bu konuda da girişi beceremeden gelişmeye başlayan bir aşk oldu bizimki'' diyebilmeliyiz. Ne girişi ne de sonu olan... Her gün gelişen ve derinleşen...

    Hiç yalnız uyumamalıyız biz. Her geceye birbirine akan iki nehir olarak başlayıp her güneşe huzurlu bir göl misali tebessüm etmeliyiz. Geç kaldığında burnumda tütmeli kokun. En paspal hallerine vurulmalıyım senin. Sabah mahmurluğunda izlemeliyim seni. Saçın başın uykunun savaşından yenik çıktığında bir kez da fethetmelisin gönlümü. Sana sarıldığımda varlığımdaki tüm sevgiyi de bırakmalıyım sıcağına...

    Olmalısın be sevgili. Tez zamanda kalbimde, ruhumda yeşermelisin. Birlikte kök salmak için geç kalma, olur mu?

    Şuan yoksun belki, ama ben yokluğuna sunuyorum bu ezgiyi...


1 Ekim 2013 Salı

İleri ÇIĞIRTKANLIK

    Bu ara tutturmuşuz bir ileri çığırtkanlık pardon ''demokrasi'' gidiyor. Baş örtüsünden, etnik kökenlere kadar hummalı bir çalışmanın meyvesi imiş, zat-ı muhterem öyle dedi. 2002'den bu yana baya baya çalışmışlar üzerinde. E haklılar tabi, eminim bu paket içindi meclis koltuğunda ''istiareye yatmaları''...

    Her şeyi geçtim, bunu da ciddiye alıyoruz ya, helal olsun bize. Okullara bakıyorum, öğretmen profillerine üzülüyorum. Erbakan döneminde de Üniversiteler'de kıyafet serbestti, insanlar bilim yuvasına değil de ''Cihat'a'' gidiyor gibiydiler. Şalvarından Çarşafına sosyete pazarı kıvamındaydı bütün yerleşkeler. 

    Dönüp okullara bakınca aynı şeyi görebiliyorsunuz maalesef. Kimsenin başörtüsüyle bir alıp veremediğim yok, sitemim din ile siyaseti karıştıranlara. Günahtır, insanların inançlarını sömürmek. Günahtır, bağlı bulunulan mezhepleri okul sıralarında meze etmek. Günahtır, okulların arka bahçelerinde yeşertilen daha zehirli günahlar için, görünürde mayhoş tatlar bırakmak.. 

    Öğretmen olanlar bilir, kpss sonrası tercih yaparken 25 hakkınız vardır ve en sonda da 26 diye bir şık vardır. Onu işaretlemeniz '' yukarıda belirttiğim tercihlerim dışında da atanmak istiyorum'' minvalinde bir anlama gelir. Yani 26.tercih nereye gideceğinizin belli olmadığı genelde doğuda ve ücra yerlerdeki okullara atama yapılması demektir. Öyle ki 26 kurası genel atamadan sonra yapılır ve adına ''ek atama'' denir. Bu sene de 42.000 atama yapıldı. Bunun 39.000'i ilk atama kalan 3.000 ise 26 kurası denilen ek atama idi. Kalan 3.000 kadronun tüm branşlara ''adaletli'' şekilde dağıtılması ile yapılır normalde ek atama.

    Bu seneki (K)EK atama ise aynen şöyle oldu. 3.000 kadronun 2.000'i Din Kültürü öğretmenlerine ayrıldı ki ilk atamada da aynı branştan 2.800 alım yapılmıştı. E insan sormaz mı hani demokrasi diye? Madem adalet olgusu var ve biz bunu okul sıralarında öğrenmeye başlıyorsak, yapılan haksızlığın bedeli ne olacak?

    Öte yandan, etnik azınlıklarının canını yakmış bir coğrafya burası. Roboskimiz var bizim, daha ölümün kokusu burnumuzdan gitmeyen.. Bir olayın tarih sayılamayacağı kadar yeni olan Madımak katliamımız var. Hani zaman aşımına uğrattığımız, hangi öfkeyle yapıldığı bile meçhul... Erdal Eren'imiz var 70'lerin sonunda yaşını büyütüp idam ettiğimiz ve idamını meşru kılmak için ''asmayalım da besleyelim mi?'' dediğimiz. Maraş, Urfa, Dersim, Çerkez katliamlarımız var. Çeşidimiz de bol, acımız da.. Sonra tutup da ''ileri demokrasi'' diye çığırtkanlık yapıyoruz. 

    Bir pakettir gidiyor. İleri Demokrasi Paketi... En son Pandora açmıştı o paketi, kaçırdıkları ve içinde tuttukları malumunuz. ''Yani, olay paket değil birader, sen hala anlamadın mı?'' derler adama..