18 Eylül 2013 Çarşamba

Arif olan...

     '' Hayat seni güldürmüyorsa, espriyi anlamamışsın demektir.'' der Çehov. Şakaları zaman zaman anırsa da, gerçekliği, yunus balığının kurtarmak adına sürüklediği bir canı öldürme masumiyetiyle hatırlatsa da, hayat bu... Keskin ve net çizgilerle bezenmiş bir tablo sonuç olarak.

    Yoğun bir dönem.. Git gellerin hat safhada olduğu, hatta gidenin çok ama gelenin olmadığı bir dönem... Yansımalardan ibaret bir tiyatro sahnesinde olduğumuz gerçeğini biraz zorlanarak öğreniyorum sanırım. Gördüklerimizin aslında yansıttıklarımız olduğunu, bir şeyi istediğimiz oranda bizden kaçtığını, hayatı akışına bırakmanın yüreğimizde en güzel menderesleri oluşturduğunu, iniş ve çıkışların beklediğimizden daha yüksek rakımlara sahip olduğunu ve onlarcasını...

    İnsanın kendini öğretmeye adarken, öğrenmesi gerekenlere sırt çevirmemesi ya da unutmaması gerektiğini de yeni öğreniyorum. Her öğreti, yüreğimden bir yaprağı daha soldurup koparsa da öğreniyorum. Ruhumun kulağını çekip içine doğru biraz daha yüksek sesle: ''Anlamadığın bir yer varsa, söyle bakalım'' demem gerektiğini öğreniyorum.

    Çıkış noktam her koşul ve şartta ''insan''dır. Dili, dini, ırkı ve cinsiyeti reddedip salt aynı hislerle bezenmenin ortak paydasındaki en büyük payın bu olduğuna inanırım. Anlamadığım, en yakınından tut varlığından bihaber olduğun bünyelere kadar nice beşerin bunca ''şaşar olması''... Olsun, hayat bu öğretir elbet demeyi de öğreniyorum.

    Söylemek istediğim çok şey var blog, ama öncelikle silkinip toparlanmam gerekiyor. En iyisi bu aralar müdavimi olduğum ezgilere sözü bırakmak...

''Tanrı bir bütündür insan özünde
Bakarsan görürsün gönül gözünle
Arif olan tanır onu özünde...''





   

    

15 Eylül 2013 Pazar

Sebep- SİZ

    Sebepsiz ağlanır mı? Öyle pervasızca akar mı yaşlar insanın gözünden ya da yüreğinden? Umut denilen şey masumiyetle sarılıp sarmalanmış mıdır yoksa ulu orta mı durur ruhun başucunda?

    Tükenmişlik sendromu yeni modası oldu bu Ülke'nin. Aslında değilmiş, yıllardır içimizde bizden bir ruh haliymiş de son dönem adına tükenmişlik sendromu denmiş. O kadar çok şey var ki yazılacak, söylenecek, haykırılacak, öfkeyle kusulacak, çiviyle zihinlere kazınacak... Bunun yerine sadece bakıp geçiyorum.

    Saçma sapan bir ruh hali, üzerime yapışmış bahar otu misali gitmek bilmiyor. Buna da bakıp geçiyorum. İnsanlara bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum...

    Bıkmadan saatlerce konuşan ben, ruhumdaki kuru gürültüye bile dayanamaz oldum. İçini kolayına dökebilen biri değilim, ketumum bu konuda, kabul ediyorum; ama artık hayvan terli...

    Canım acıyor, ciddi ciddi canım acıyor. Etimden et kopuyor sanki. Ruhumu boğazlıyor düşünceler. Nefesimde yitirilmişlik... Elime, yüzüme bulaşmış bir hayat...

    Kendi ipimi kendim saldım, ne kendimi ne de düşüncelerimi toparlayabiliyorum. İnsanın tuttuğu her dal mı elinde kalır be hayat? Ulan, hiç mi gülmezsin insana? Tamam tıktın burnuma otu, nefessiz bıraktın ve çaldın yere beni, ona da kabul. Sürttün burnumu taşa toprağa, eyvallah... Hiç mi acıman yok be? Aynı ritmi tutturamıyoruz diye bu kadar yüklenilmez ki...

    Nerden dalayım, ne edeyim bilemiyorum artık. Kaldım, ciddi ciddi kalakaldım. Elimde hayal kırıklıkları, her daim yüreğime doğru uzanmaya çalışan, yolcusuz otobüsün molasız güzergahındayım..

''Ağaçlarla, balıklarla, kuşlarla ben, amenna...''



   

7 Eylül 2013 Cumartesi

Soğuk...

    Uzun uzun anlatmayacağım bu sefer. 10 küsur yıllık arkadaşımla sabaha kadar oturup dertleşirken şunu sordu bana:
- Ne bekliyorsun Huzur?
- Artık yalnız uyumak istemiyorum. Gece yatağa girdiğimde burnumun sızlayıp canımın yandığını daha çok hissediyorum. Bitmeli bu his, yoruldum.
- En çok neyden korkuyorum, biliyor musun Huzur? Kış geliyor ya, o yokken üşümekten... Sobalıdır bizim ev bilirsin, annem kış vakti sabah kalktığında ince bir gecelikle dolaşırdı da nasıl üşümezdi hayret ederdim yorgan altından bakarken. Şimdi daha iyi anlıyorum onu. Babam vardı çünkü.
     Bunu söyledikten sonra uzun uzun açıklamasını yaptığım şeyin aslında bir cümleyle özetlendiğini anladım: Sen yoksun ya sevgili, sensiz üşümekten korkuyorum...
 
        '' Yoksun neye yarar, örtünsem kat kat yorganlar aman..''

4 Eylül 2013 Çarşamba

Huzur'un incileri...

     Duygusallık fazla vurdu bu ara. Derinden sarstı haliyle, toparlanamadım. Bocaladıkça daha beter savruluyorum, hepsi bu. Anlatmak istediğim onca şey varken, ben yine yazmadım ve sanırım yazmayacağım. Düşüncelerim çok dağınık, o nedenle yazdıklarım da deli saçması oluyor.

    Kendimi bırakıp, uzun zamandır anlatmak istediğim ve yeni tanıdığım insanları yazmak istiyorum bugün. Herhangi bir sıra izlemeyeceğim yazarken, öncelik ve önem sırası diye bir şey sakın düşünmesin yazacağım insanlar. Hepiniz ayrı ayrı değerlisiniz benim için. Bu detaydan sonra;

    Yaklaşık iki yılı aşkın süredir tanıdığım, blog açmama vesile olup beni diğer güzel insanlarla tanışma lütfuna eriştiren, düşünceli, iyi niyetli, fikirlerimizin çoğunlukla örtüştüğü, susmadan saatlerce keyifle sohbet edebildiğim, yüreği hep aşktan yana olan insan: Evet, Kaytanım sensin. Hep dediğim gibi '' İyi ki varsın.'' Öncelikle sen olduğun, sonrasında da bana benim gibi düşünen birilerinin daha var olduğunu gösterdiğin için iyi ki varsın. Misafirperverliğin için ayrıca teşekkür etmek istiyorum. İyi bir ev sahibi, başarılı ve hünerli bir aşçısın kadim dostum. Dilerim bulduğun yüreği her daim en kıymetli hislerle taşırsın. Bir ömür mutlu olun. Bunu hak ediyor ve birbirinize yakışıyorsunuz. 

    ''Mavişim'' diye seviyorum seni. Cıvıl cıvıl, yaralarını kahkaha ile örten, beni yeri geldiğinde gülme krizine sokan, bazı davranışlarıyla yaşından büyük olgunluk gösteren, hayata hep pozitif bakmaya çalışan, yalnız yüreğini tamamlayanı bulmak için çabalayan, yeri geldiğinde tam bir çirkef; ama benim ilk göz ağrım... Werther'im mavişim... Her fırsatta oturup konuşabilmek ve seni tanımak çok güzel biliyor musun? Son günümüz benden kaynaklı biraz buruk olsa da son derece güzeldi. Her ne kadar tavlada yenmek için zarlarıma üfleyip cebren ve hileyle oyunu kazansan da..:) Kendini hırpalama lütfen olur mu? Hayat zaten yeterince otu tıkıyor burnumuza, ister istemez nefessiz kalıp yere düşüyor ve sürtüyoruz içimizi dışımızı. Çarpa çarpa da olsa bir şekilde devam ediyoruz, etmek zorundayız çünkü. Sen sen olmaktan vazgeçmiyorsun zaten, sadece kendine yüklenme. Doğru yer, doğru zaman, doğru insan üçlemesinden hareket etmek gerekiyor. Ne olursa olsun, ama ne olursa olsun koşulsuz şartsız yanındayım, biliyorsun. Seni seviyorum ilk göz ağrım...

   ''Tosbaam''sın sen. Artık blogunu kapatmış ya da kullanmıyor olsan da seni tanımama vesile olan yer burası, yazmadan geçmem ayıp olur. Hayatımda ruh hali bu kadar çabuk değişen, iki nano saniyede bir insanı kanka edinip ardından gelen saniyeyi ondan nefret etmekle geçiren bir insan daha tanımadım. Hep soruyorum: ''Bunca zamandır benden nasıl nefret etmiyorsun, şaşıyorum.'' diye. Telaşe memurum, aramaktan çok ''aranan'' ve benim yeri geldiğinde güzel güzel, yeri geldiğinde kızarak uyardığım, nefes nefese konuşmasıyla, şebek haliyle çok sevdiğim ikinci göz ağrım... Oyuncak Ayı'm. Hayatını bu kadar uçlarda yaşayıp kendi yormaktan vazgeç lütfen. Aceleci olmak yerine hayatın zamanıyla eş güdümlü gidersen ne panik kalacak ne de atak... Yeni hayatında başarılar tosbaam. Seni seviyorum.

    ''Sıpamm'' benim. Tezer Özlü'nün manevi oğlu, yaşıyla birikimi son derece farklı, sevdiği konuda konuşurken mutluluğuyla ses tonu doruklarda olan Sıpamm... Elbette Sadakat'im sensin. Tanışmamız ve konuşmamız edebiyatla başlayıp sonrasında güzel bir ritmi tutturabildiğimiz, hayatında olan insanları düşünsel ve duygusal anlamda doldurabilecek roman yürekli çocuk... Bu ara görüşemesek de aklımda olduğunu sakın unutma olur mu? Yeni şehir, yeni umut, yeni mutluluklar... Tüm güzellikler seninle olsun Sıpamm.

    Bildiğin ''Kuduruğum'' işte. Başka söze gerek var mı? Kuduruk, deli dolu, çatlak... İlk seferde tam 2.5 saat süren bir telefon konuşmasıyla yerlere yatmıştık gülmekten, hatırlıyor musun? Ben unutamam, unutmak da istemem. Benimle uğraşmanı, sana takılmayı, sürekli ''kapışan eltiler'' modunda olmayı seviyorum seninle. Sensin tabi ki Amorf'um. Çirkef olduğun kadar, saygılı ve incesin de... Edebiyatın her dalı sana çok yakışıyor biliyor musun? Ruhundaki kıvraklık bedeninde vuku bulmuş, bunun kıymetini bilmen ve değerlendirmen çok hoşuma gidiyor. Bir gün ''Sultans of the Dance''e kimi aday göstermek istersiniz deseler tereddüt etmeden seni gösterebilirim. Dilerim hayat sadece güzel melodiler çalar sana ve ''aşk'' ile ritm tutarsın sana bahşedilen yaşama. Varlığın beni mutlu ediyor kuduruğum...

    Blog adını tam anımsayamadığım için özür dilerim; ama beni tanıyanlar bilir, isimlerle aram hep kötü olmuştur. Böyle tornavida mı, çekiç mi yani kısaca yine bizim ''ibne takım taklavatından'' güzel bir insan...:) Kaytan'ın vesilesiyle tanıştığım, sessiz ama yüzü sürekli gülen, çevresine olumlu enerji yayan genç... Çok konuşmadık; ama vakit geçirdiğimiz süre boyunca gülümsemeni eksik etmediğin için seni de anmak istedim bir İstanbul Hatırası olarak. Aşk, mutluluk, ve eksik etmediğin tebessüm hep seninle olsun..

    Son olarak, ilk tanışmamda nadiren bu kadar çok güldüğüm, bir anda kaynaşıp saatlerce fokurdayan çaydanlık misali kıkır kıkır kaynattığımız, kendimize geldiğimizde Kaytan'ın tek kaş kalkık ''Kadir İnanır'' bakışıyla karşılaşıp '' artık sussak mı? Çok kötü bakıyor Kaytan. Evet bence de susalım, sonumuz iyi değil.'' diye fısıldaşıp, annenin en değerli vazosunu kıran haşarı çocuklar misali kafamız önde sustuğumuz Kaytan'ın sevgilisi... Seni tanıdığım için de mutluyum. En kısa zamanda, aynı şekilde kaynatmak istiyorum. (Aramızda kalsın ama, Kaytan kızıyor sonra çok gülüyoruz diye:) Umarım birlikteliğiniz bir ömür mutluluk ve aşk ile harmanlanır. Şen sohbetini eksik etmediğin için çok teşekkür ederim.

    Bu arada ''bıktım artık az s.kilmiş kül kedisi modundaki hayattan'' cümleni asla unutmayacağım İçimdeki Gay... Sen hep böyle güzel benzet hayatı, olur mu? :)

    Bunca zaman kasvetli yazılarımdan ötürü ''oğlum biraz da iç açıcı, mutlu şeyler yaz lan'' şeklinde aldığım eleştiriye bir yanıt misali blog dünyasından tanıdığım ve varlıklarından ''Huzur'' duyduğum insanları yazmak istedim. Bundan sonra yazacaklarımın iç açıcı olma ihtimalleri konusunda söz veremem, ruhumdaki melankolik pek laf dinlemiyor malum. :)

   Her daim ''dost'' ile...

    
''Gayet şirin geldi dillerin dostum, oy...''